Dünyanın her yerinde, biten seneye “hoşçakal” deyip, yenisine “merhaba” demek için bir seremoni şekli vardır. Geleneklere, dinlere, toplumların sosyal yapısına göre değişir. Bugünlerde Paris’in yeni yılı nasıl karşılamak istediğine bakma şansım oldu. “La Vallee Village” adını verdikleri minik şehir konsepti ile tasarlanmış, ünlü markaların outlet (indirim) mağazalarının içinde yer aldığı bir yer. Kapısında koca harflerle “HAPPY (mutluluk)” yazısı vardı. Şahane parlayan ışıklar, coşku ile süslenmiş sokaklar, özenle dizayn edilmiş mağazalar… Uzunca bir süre sevdiğim ve koleksiyonlarını merak ettiğim mağazalara girdim ve çıktım. İnsanları seyrettim, gözlemledim ve baktım da baktım.
La Vallee Village’a girerken ki coşkum yerini normal akışa bıraktı. İnsanlar mutlu olmak için alışveriş yapıyorlardı; mutlu oldukları için değil… Tatminsizlik ve otomatik pilot süreci ile dolaşır gibiydiler. Ne ara dünya bu hale gelmeye başladı diye merak ettim. “Eğer mutluluğu kendi içimizde yaratmayı kendimize öğretmezsek bir sonraki adım ne olabilir?” sorusu aklıma geldi ve saniyesinde zihnime “çeneni kapa” dedim.
Arkasından hemen o anda içimdeki mutluluğu tekrar hatırlayıp oraya dönmek için neye ihtiyacım var derken “nefis elbiseli geyik heykelini” karşımda buldum. Küçükken seyrettiğim “Noel babanın hediyeler getirdiği çizgi filmleri” hatırlattı bana, içim ısındı bir anda, gülümsemeye başladım ve yürümeye devam ettim farklı enerji ve bilgiyle.
Yeni yıl, yeni sayfa, yeni yaş ya da sizin için “yeni” ifadesinin içine giren her şey. Bunu hatırlamak, içinde kalmak bazen bir anı, bazen bir kahve, bazen bir eşya, bazen de sadece KENDİN ile olabiliyor. Gelen yeni seneye merhaba derken, minik bir şey alın ve bu heyecanı hep size hatırlatması için onunla beraber bir enerji yaratın. O alanı her kaybettiğinizde ona dönün ve bakın… Mucizelerin yaratım kaynağının sadece siz olduğunuzu kendinize her daim hatırlatmak adına…
Hayallerimizin de ötesinde bir yeni yıla “merhaba” demek üzere…
——————
Bateaux Mouches
Yıllardır gittiğim her ülkede hep farklı şeylerin peşinde oldum. Kimseciklerin farketmediği… Bir süredir Paris’e yaptığım uğrayışlar da her seferinde beni daha da derin keşiflere çevirdi. Champs-Élysées gezintileri, Louvre müze kuyruk bekleyişleri, Galeries Lafayette koşuşturması vs. spesifik adımlardan koşarak uzaklaşmak gibi…
Seine nehri üzerinde nefis bir gezi yaptık. Nehirden gördüğümüz yerler Concorde Meydanı, Louvre Sarayı, NOTRE-DAME, Eyfel Kulesi, Pont Neuf köprüsü diye ilerliyor. Anlatmak istediğim fark ise şöyle; bu saydığım yerlere kaç kere turist akışı ile uğradığımı bilmiyorum. Ancaaak bugün hissettiklerim aslında ne kadar otomatik yaşamlara maruz kaldığımızı bir kere daha gözüme sokarak fark ettirdi.
Bu nefis yerlere her uğradığımda orayı ziyaret eden insanların ortak bilgisi ile, onların enerjisine dahil olarak ruhsuz havalar teneffüs etmişim. Botun içinde, rüzgâr suratıma çat diye çarparak buraları seyrederken sadece Seine nehri ve ben vardım. Oralara nasıl bakmak istiyorsam özgürce öyle bakıyordum. Notre-dam’ın heybetli çanına bakarken “keşke bir kere çalabilsem” şunu derken, derin derin nefesler aldım. Eyfel kulesinin önünden geçerken “nasıl bir seksi enerjisi var ve tüm şehri etkisi altına almış” diye düşünmeden edemedim kalbim çarparak. Seine nehri de kendine özgün akıntısı ile silüetime bakıp gülümsüyordu.
Gezi yaklaşık 1,5 saat sürdü. Mimarisinden hep etkilendiğim, nefis doğasına hayran olduğum Paris’i yine bambaşka bir şekilde keşfedebilme şansına sahip olmuştum.
Gezi bittiğinde hissettiklerimin farklı olduğunu biliyordum ama neden farklı olduğunu fark edemiyordum. Yazılarımı yazarken ihtiyacım olan ilham oluşmayınca kendimi anlatmakta yetersiz hissediyorum. O yüzden O’na döndüm ve dedim ki “sence bu gezinin farkı nedir?” Bir Fransız olarak söylediği cevap beni size getiren cümleleri oluşturdu… “Paris’i birçok seviyeden görebilirsin, metroya bindiğinde binlerce yıl öncesini hissedersin. Otobüse bindiğinde mimariyi koklarsın. Metrobüs’e bindiğinde ise şehri soluklayabilirsin. Çünkü, popüler olan yerlerde insanlar beklenti ile gezerler, ne zaman beklentilerinden uzaklaşırsan o zaman kendin olabiliyorsun. Nehirde yaptığın gezide ise sadece, sen ne istiyorsan hissedebileceğin bir Paris’dir.” Gerçekten olan buydu. Bir anda O’na bakıp aslında farkında olmadığı yaratımını tanımlamak istedim. Kelimeleri kullanmakta zorlanınca en büyük kurtarıcım müziğe doğru koşarak bunu ifade edecek bir şarkı bulmak istedim. Sizle de gözlerimden dökülen minik damlalarla paylaşıyorum. “One man can change the world” şarkının ismi; söyleyen Big Sean-Kanye West-John Legend.
Bildiğimiz bilgi ve düşünce kutularının dışına her çıkışımızın arkasından bir sihir geliyor. Bunun farkını fark edip çoğaltarak devam edebileceğimiz hayatlar olması dileğimle, tüm kalbimle…
——————
Monmartre
Monmartre, Paris’in en yüksek noktasında yer alan enfes bir yerleşimdir. Sacré-Cœur kilisesi ise tüm ihtişamı ile içinde yer alır. Tüm şehri görme, gözetleme, resmetme, hissetme, şaşırma, hayret etme ve nefesinizi kesme hakkını size sonuna kadar kullandırtır.
Size Monmartre’dan bahsetmemin bir sebebi var. O yüzden biraz tarihsel bir bilgi ile girdim konuya. Yapısal olarak ülkelere giderken önceden hazırlanan “yapılacaklar listesi” oluşturan, “ilk 10 popüler yer neresi imiş?” sorusunun peşinde olan birisi hiç olmadım, ruhumda yok. Beni gittiğim yerlere bağlayan hislerim, bana verdiği enerji, dünyaya kattığı fark ve benim yolculuğumu etkileme şeklini oluşturuyor. Monmarte’ı İlk ziyaret ettiğimde nefesim kesilmişti. Şehrin en yüksek noktası olduğunu gidince öğrendim. Sacré-Cœur kilisesinin içine girince de, gördüğüm kiliselerden farklı bir şeyi olduğunu hissetmiştim ama henüz anlamak için yeterli farkındalığım yoktu.
Gel zaman git zaman, eğitimler, sınıflar, seyahatler derken burayı ziyaretimin sıklığı çoğaldı ve burada bir bağlantım olduğunu hissetmeye başladım. Bu sefer ise, kışa merhaba diyen esaslı bir gece eşliğinde gerçekleşti uğrayışım. Dışarıda durmak bir kenara dursun, dağ zirvesi soğukluğu hakimdi etrafa. Ama kararlıydım. Bulacaktım bağlantıyı, daha doğrusu farkındalığımı yükseltecektim. Şehri seyrederken konsantre olduğum için hissettiğim şey gittikçe güçleniyordu ve bir süre sonra hiç de yabancı gelmemeye başladı. Hatırladım; aynı hissi her gidişimde, İstanbul-Beşiktaş-Çırağan’da eşsiz heybetiyle yer alan Yahya Hazretleri Türbesi’nde de hissediyordum. His benim evrenle, yaradanla bağlandığım ânı hissettiğim his idi. Realitenin, dünyanın anlamsızlaşıp var oluşumu fark ettiğim ân.
Sonra, Sacré-Cœur kilisesinin tam kapısının önüne çıkıp tüm şehre bakmaya başladım. Yabancı filmlerde çok kullanılan bir cümleyi hatırladım “god is wathching you (tanrı seni seyrediyor)”, ürperdim ve böyle bir hakimiyeti yaratan binaya hayranlıkla bakmaya başladım.
Aslında kendimizle kalmak, kendimiz olmak, bedensel ve ruhsal farkındalığımız yolculuğunda atılan her adımla ilerlemek bize bu hissi getiriyor. Bunu hatırlamak için ne yapmak lazım? Zihinden gelen bilgilere “başka kapıya” diyip kendi realiteni yaratmak lazım. Bu hatırladığın her ânları çoğaltman lazım. Alanına sahip çıkman lazım. Enerjini rafine etmen lazım. Ne güzel bir sürü “lâzım” var. Bu “lâzım” ların içindeki “zorunluluk” enerjisinden sıyrılmak içinde kendi yolculuğumuzun akışına kendimizi bırakmaya ihtiyaç var. Bize iyi gelen ve bilince hizmet eden her şeye…
Hayatınızda bu hisleri size taşıyan her şeyi tutun, bırakmayın, size iyi gelmesine müsaade edin. Sonra daha çok müsaade edin. Hep iyi gelen şeyler sizinle olsun, sarsın, kucaklasın ve çoğalsın…
——————
Jardin des Plantes
Şehrin tam ortasında yaratılmış bir dünya. İnsanoğlu doğal yol ile oluşturamadığını yapay olarak gerçekleştirebiliyor. Hele de bunun için yeterli kültür ve eğitim seviyesine sahip bir ülke ise… Size burada anlatacaklarım ise doğal olmayan bir oluşumu doğalmış gibi göstermeye çalışmanın zerafeti ancak doğanın buna cevabı…
Jardin des Plantes, Paris’in tam ortasına enfes zerafet ile kurulmuş bir botanik bahçe. Tam kapanmasına 1 saat kala önünden geçerken görmeye karar verdiğim bir yer. Dünyanın çeşitli yerlerinden tropikal, yapraklı farklı ağaçlar ve kökler taşımışlar buralara ve kocaman bir bahçe yaratmışlar. Bu kadar farklı bitkileri bir arada görmek inanın insanı çok heyecanlandırıyor hele ki Afrika, Jamaica ve tropikal adalara ait ağaçlar ve bitkileri görünce. O kadar farklı enerjideki tüm bitkiler elele tutuşmuşlar ve bir arada olmanın ne demek olduğunu anlamaya çalışıyorlar.
Doğruca en yukarıya çıkıp bahçeye tepeden bakma şansına nail oldum. Gerçekten insana iyi gelen “doğanın içindesin” hissini taşıyan bir enerjisi var idi. Ancak bir süre sonra ilk etki ve hayranlığım normal seviyelere dönünce “olanı biteni” görmeye ve anlamaya başladım. Bu doğal olmayan doğanın duygularını hissetmeye başladım, enerjilerini almaya başladım. “Hey biz burada mutlu değiliz çünkü normal doğamız böyle değil” dediklerini duymaya başladım. Ve gördüm ki her bitkinin %30 yaprakları sararmış, ağaçların gövdesinde onlarca minik mantar var; çünkü mut-suz-larrrrr… Beraber gezerken tropikal bitkilerin dünyasına ait bilgilere sahip enfes bir insan bana “aslında yaprak yapılarının ve gövde büyümelerinin” şu anda var olduğu şeklin tam tersi olduğunu söyledi. Doğanın gücünü bilirsiniz. Şiddetli yağmurlarını, kasırgalarını, fırtınalarını, depremlerini, volkan patlamalarını ve arkasından yeniden kendisini yaratmasını. Çünkü sonsuz bir kaynağı vardır ve evren hep yanı başındadır. Ama kendi doğası içinde değilse gücü bile onu ayakta tutmaya yeterli olmuyor. İttire kaktıra ancak bu kadar ayakta kalabiliyor, mış gibi olabiliyor ancak.
Peki doğa bu kadar güçlü iken kendi doğasında ancak bu kadarını başarabiliyorsa; biz bize ait olmayan hayatları yaşarken nasıl KENDİMİZ olalım? Neyin bizi mutlu ettiğini nasıl bulalım? Doğa gücünü bildiği halde, biz gücümüzün farkında ne kadarız ki ne yapalım? Ne mi yapalım? Bugün sana “kaç yıldır aynı konumda çalışıyorsun yükselme şansın yok mu” diyene “yürü git” diyelim. “aaaa kilo mu aldın sen?” diyene “başkalarının bedenini takip etmek için ayıracak ne kadar çok vaktin var, senin zamanın bu kadar değersiz mi?” diyelim.
Ama en en en en en öncesi tüm bunların başında; başkalarına gitmeden kendimizi yargılamaya son verelim. Sevelim kendimizi, bedenimize dokunalım, kıymetini bilelim. Hayatımızın farkında olalım. Biz bizi sevmezsek başkasının sevgisini anlayamayız. Biz kendimizi yargılarsak başkası zaten bayıla bayıla yapar, düzen böyle…
Öyle işte… Kendi gücümüze bakıp hayallerimizin ötesi yaşamlar yaratmak üzere… Eyvallah…