Samsun’da doğmuştu. Tipik bir Karadeniz erkeği olarak büyümüştü. Namus kavramı her Türk erkeği gibi “at, avrat, silah” kelimelerinden oluşuyordu. Ailenin en son tekne kazıntısıydı, o yüzden de pek bir kıymetliydi. Okumaya hiç merakı olmamıştı, çok yakışıklıydı ve sürekli etrafın ilgisinden dolayı da “bıçkın, serseri ve yakışıklı” olmak ona hep çok iyi gelmişti. Okumayınca bir meslek sahibi olması lâzım gelirken, ailedekiler “aman okumazsa okumasın, yanı başımızda dursun da, biz varken onun paraya ihtiyacı olmaz” kafasıyla büyütmüşlerdi. Oysaki o kadar zeki bir çocuk neden bir meslek sahibi olmasındı ki? Eskileri zaten bir çözebilsek, o gün arşa değeceğiz. Böyle sokaklarda afilli afilli dolaşırken tabi ki mahallenin en güzel kızı da onun olmalıydı. Oldu da… Daha 16’sındayken kaçırdı kızı… Kendi de 17’sindeydi. Aileler, gitmeler, gelmeler derken bir nefeste nikah kıyıldı.
Daha hayatı anlamadan, yaşını anlamadan, sorumluluk kelimesini hiç duymadan kocaman bir adım atmıştı. Kız da bu arada güzeller güzeli olmakla beraber zekâ küpüydü. İlkokul öğretmeni eve gelip “kızınız çok zeki, lütfen okutun, geleceği çok parlak” derken rahmetli babası “kız evlâdının okuması da ne demekmiş?” diyip öğretmeni kovalayarak evden göndermişti. Yani kader dediğimiz arkadaş işi baştan sıkı tutmuştu.
Sonra, bilinçsizce ama “tarifi bugün bile mümkün olmayan” bir aşk evliliği oldu. Bugün yaşları 68 – 70 ve hâlâ birbirlerine aynı aşkla bakıyorlar. İlk çocuk, evliliklerinin ilk yılında, daha kendileri çocukken, ikincisiyse yedi sene sonra geldi…
Hayatı fark etmeye başlayınca bir dönem İstanbul, bir dönem yurt dışında “adam olma” çabasına girdi. İki kızı ve bir eşi vardı. Bu hikâye küçük kız ile babanın öyküsü. Bir yerlerde bir şeyi atladığını fark etmesi çoook uzun sürdü. Ne mi? Bir aile sorumluluğunun ne demek olduğunu… Ama ona kimse “bunu öğrenmesi gerektiğini” söylememişti. Hatta her yaptığını onaylayıp, hata yapmışsa hataları düzeltilmişti. Eğer çocuğunun yaptığı her hatayı bir ebeveyn olarak sen düzeltirsen, çocuk bunun hata olduğunu nasıl anlayabilir? Hoş, onlar da bunu “evladım mutlu olsun” duygusu ile yaptıkları için, ortada ne suçlu var ne de hatalı…
Çocuklar bir dönem anne ve babalarını göremediler. O dönem çok önemliydi. Çünkü o yaşlar bir çocuğun anne – baba bağını oluşturduğu yaşlardı. Gel gör ki kader burada da nefis çalışmıştı. Bu bağı çocuklar oluşturamadan ayrı kaldılar bile… Çocukların büyütülme sorumluluğu ikincil aileye kalmıştı. Ne olduğunu anlamadan dede – babaanne – hala – amca zinciri içinde büyümüşlerdi. Sonra yurda döndüler ve çocuklarını yanlarına aldılar.
Hoppalaaaa, küçük kız hiç hatırlamıyordu onları. Tamamen yabancıydılar. Gitmek istemedi ve günlerce ağladı. Beni bu yabancılara vermeyin diye babaanneye yalvardı. Ama nafile, yabancı dediği insanlar öz anne ve babasıydı. Ama ne bilsin, hatırlamıyor ki….
Küçük kız hep “beni sevmiyorlar, beni bıraktılar” hissiyle büyümüştü. Çocuk olduğu için, ayrılma aksiyonunun duygusu onda öyle oluşmuştu. Arkasından çok mutaassıp bir baba ve anormal disiplinli bir anne – babası olduğunu öğrenmiş ve öğrenmekle de kalmamış onlarla yaşamaya başlamıştı. Bütün ezberleri bozulmuştu. O, ne isterse onu yapan bir çocuktu. Her şey istemeden önüne getirilir, mutluluğu için herkes seferber olurdu.
Ama yeni dünya da bırak böyle bir bilgiyi, Uranüs gezegeni gibiydi her şey… Yemeğin saati var, aşırı her şey yasak, kurallar var, sevgi göstermek sıfır (çünkü onlarda büyütülürken sevgi göstermek diye bir şey öğretilmemiş). Her şey aşırı uç. Kızımız asi olduğu için ortaokul ve lise yılları bol bol dayak yiyerek geçer. Ne isterse onu yapan söz de dinlemeyen bir model.
Sonra üniversite okuması baba tarafından onaylanmayınca, tası tarağı toplayıp evden ayrılıyor… “Seni evlatlıktan reddediyorum, benim lafımı nasıl dinlemezsin, geleceğimi inşa etmeme nasıl izin vermezsin?”, “Sen de benim babam değilsin” teranelerinden sonra herkes yoluna gidiyor. 3 – 4 sene görmüyorlar birbirlerini.
Sevilmiyordum; işte bu da tuz – biber oldu duygusu gelip çöker yüreğine. Oysa her şeyi ancak yıllar sonra anlayacaktır. İş hayatına dalar mecburen ve eğitim hayatını paralel yürütme kararı alır. Tabi ki ayakta kalmak için savaşacaktır, güçlü olacaktır, en azından dışarısı öyle algılamalıdır. Çünkü dünyanın düzeni böyledir, en azından o yıllarda ki bilgi budur… Aradan zaman geçer, barışılır, sarılıp hasret giderilir vs. Ama mesafe hep olduğu yerdedir hiç kımıldamamıştır.
Yıllar geçer küçük kız kocaman bir kadın olur… Yaptığı evliliği, anne babasının sahip olduğu aşkı örnek alarak yapar. Oysaki o aşk; onlara ait olan bir aşktır. Yani bu aşkı yaşayabilmesi için, küçük kızın kendi aşkını bulması gerekmektedir. Bunu da anlamasına daha vakit vardır. Gel zaman git zaman küçük kız standart iş hayatı çizgisinden çıkıp “kendini bulma” yolculuğuna başlar.
Epey yol alır, ancak her seferinde başa döner ve bu durumu bir türlü çözemez. Bir gün fark eder ki, ihtiyacı olan “babasının kafasını okşaması, annesinin de ona canım kızım” demesidir. Çalar kapıyı, kararlıdır, elini beline koyup “bunları istiyorum” diyecektir. Başlar konuşmaya, kelimeler ağzından kontrolsüz dökülür, istediklerini söylemek şöyle dursun onlara ağır bir fatura çıkarır. Faturanın alt kalemleri de şöyledir:
Beni terk ettiniz
Beni sevmiyorsunuz
Beni dövdünüz çünkü beni istemiyordunuz
Bana hiç sevginizi göstermediniz
Ne beni ne de hayatımı hiç umursamadınız
İkisi de küçük kızlarına dehşetle bakarlar. Küçük kız o kadar kontrolsüz anlatır ki algılanması uzun sürer. Başlarlar anlatmaya; bize ne zaman annemiz dokunmuş ki biz sana dokunmayı akıl edelim… Bizim kafamızı kim okşamış ki senin kafanı okşamamız gerektiğini bilelim… Bize ana ve babamız ne zaman “seni seviyoruz” demiş ki sana bunu dememiz gerektiğini bilelim… Terbiye etmek için laf dinlenmediğinde “dayak” dışında kim bize yol göstermiş ki başka bir yol bilelim…
“Sen bizim sağ kolumuzsun diğer kardeşinde sol kolumuz. Hangisini kessen hayatımız sekteye uğrar, nefes alamayız, yaşama amacımız sadece sizsiniz. Bize bunları nasıl dedin hiç anlayamadık” dedikten sonra ikisi de ağlamaya başlar. Küçük kızın dünyası kararır, yıllarca bildiği ve inandığı her şey göründüğünün tam tersidir. İçinde bir yerlerde biliyordur belki bu durumu ama onlar bunu hiç dile getirmedikleri için hep “acaba” kelimesi yiyip bitirmiştir içini.
O gün yeni bir sayfa açılır kızın hayatında. Anneciğine ve babacığına sarılmak, öpmek, okşamak, gülmek biraz zaman alır. Çünkü bu onlara da yeni bir kavramdır. Ama bir süre sonra her şey, hiç olmadığı gibi, herkes için yeniden doğar. İşte o günden sonra her telefonda, küçük kız babası ile bir aşk duygusuyla konuşur. İçinde hem kaçırılmış zaman, hem de iyi ki şimdi olmuş duygusu vardır. Sonra baba ağır bir beyin felci geçirir. Felç sonrası biraz yürüşünde ve konuşmasında hasar oluşur. Tam cümle kurduğu konuşmalar azalır…
Size bu hikâyeyi yazmamın sebebi; hiçbir şey için ne geç kalmış olabilirsiniz ne de artık önemi yok durumu içinde olabilirsiniz. Aradığınız her neyse hayat size bunu vermeye hep hazır. Sadece ayağa kalkın, gidin ve alın.
Hikâye şöyle bir sahneyle biter. Yazlık evlerinde salıncak vardır ve küçük kız bir gece babası ile salıncakta hafif hafif rüzgâr eşliğinde sallanıyordur. Babası elini tutar, yanağından öper ve ağzından kelimeler çıkarak, gökyüzüne yıldızlara bakıp bir şeyler söyler. Kelimeleri tam söyleyemediği için küçük kız ne dediğini kelime olarak anlamaz ama babanın bakışından, sesinin tonundan tahmin eder;
“Yüce Rabbim çok şükür ki evladım ile yan yanayım, böyle bir evladım olduğu için de sana şükürler olsun, bugünleri de bana ölmeden gösterdiğin için çok şükür.”
Hayatınızda sahip olduğunuz herkesin kıymetini bilin, fark edince sıkı sıkı sarılın. Anne ve babalarımızın en kıymetli varlıklarımız olduğunu tabi ki biliyoruz ama bunu onlara söyleyin, sarılın, öpün, kucaklayın. Yarın çok geç olabilir… Kalın sağlıcakla.